1 Haziran 2014 Pazar

Kansere "alternatif" çözüm

Kansere "alternatif" çözüm

16 Eylül 2000 / SEZAI KALAYCI
Telefondaki ses "Kansere yönelik ABD'de uygulanan ilginç ve çok başarılı sonuç veren bir yöntem var, haberiniz var mıydı?" diyor. Başlangıçta çok iddialı gelen bu cümlenin peşinden koştuğumuzda gerçekten ilginç, ilginç olduğu kadar sonuçsal olarak büyük oranda bilimsel verilere dayanan bir manzarayla karşılaştık.
Bu cümle bizi İzmir'in Ödemiş ilçesine götürdü. İddialı cümlenin önemli bir tarafı bu ilçedeydi. Aksiyon ekibi olarak Ödemiş'te bir bilim adamının biraz da kuytularda kalmış tesbit ve yöntemlerini öğrendikçe bunların Aksiyon okurları tarafından da paylaşılmasını istedik. Kansere çözüm... Gerçekten iddialı. Ancak dosyayı tümüyle okuduğunuzda karşınızda alternatif metodların varlığını göreceksiniz.

Yediğimize—içtiğimize dikkat!

Yaşam sürüp giderken soluduğumuz havadan, içtiğimiz sudan ve besin maddelerinden savunma sistemimizi zayıflatan veya çökerten bir sürü madde bünyemize girer. Buna ilaveten, gıdalarda bulunması gereken ve bağışıklık sisteminin sağlıklı çalışması için olmazsa olmaz nitelikte bazı maddeler, üretim politikalarının ekonomik hedefe yönlendirilmesi yüzünden tamamen yok olmuştur.

Büyük küçük bütün şehirlerimizde şebeke suları klor ile temizlenmekte. Halbuki klorun, sudaki organik maddelerle etkileşerek Trihalometan dediğimiz çok güçlü bir kanserojene dönüştüğünü söylüyor uzmanlar. Bu tehlikenin farkına varan Batı, tüm şehirlerinin musluklarından akan suları oksijenle arıtmakta.

Sosis, salam, sucuk gibi et mamülleri ise, taze görünümleri bozulmasın diye nitrit veya nitrat katkı maddeleriyle hazırlanıyor. Bu katkı maddelerinin etin moleküler yapısı ile etkileşip yine etkili bir kanserojen olan nitrosamine dönüştüğünü söylüyor doktorlar.

Meyve ve sebzelerimizin durumu da içler acısı. Artık yerli tohum bulmak neredeyse imkansız hale geldiğinden, yurt dışından aldığımız tohumlarla bu açık giderilmeye çalışılıyor. Ancak, mutfaklarımızda en çok kullanılan domates, patates, biber, patlıcan vb, sebzelerin tohumlarının üzerinde oynanan genetik oyunlar ve üretimi çoğaltmak, mahsulü daha iri hale getirmek uğruna kullanılan hormonlar bu besin maddelerini kanserojen hale getirmekte.

Dar bir sahada uzun süre aynı toprağı işlemek, tarlanın tüm minerallerini yok etmekte. Bunu telafi etmek için kullanılan azotlu, potasyumlu ve fosforlu yapay gübreler üretilen sebzede bulunması gereken tüm hayati niteliklerin kaybına neden olmakta.

Kanser korkulu rüya olmaktan çıkıyor

Her yıl yaklaşık 500 bin insanımıza kanser teşhisi konmakta. Dünyada ise yine her sene milyonlarca insanın canını alan ve almakta olan son yüzyılın belalısı kanser, artık korkulu rüyamız olmaktan çıkma noktasında. Yıllar önce keşfedilen ancak bazı çevrelerin kamuoyundan sakladığı bir yöntem ile, kanserin birçok türü, geç teşhis edilse bile tedavi edilebiliyor. Bu tedavi yöntemi ile kansere karşı yüzde 90'lar oranında bir başarı sağlanmış durumda. Peki bu tedavi yöntemi nedir? Nasıl uygulanır? Bugüne kadar uygulanan klasik tedavi yöntemleri neden başarısızdı? Bu yeni yöntemin maliyeti nedir? Bunun gibi soruların cevabını aşağıda okuyacaksınız.

Ancak bunları okumadan önce yıllarını tıp bilimine adamış bir insanın kanserle mücadelesine ve bugün geldiği noktaya dikkatinizi çekmek istiyoruz.

Bir doktorun kanserle savaşı

1914 yılında doğan ve tıp alanındaki parlak başarılarıyla dikkat çeken doktorumuz, 1943 yılında Diseksiyon Atlası kitabını yayınladı. Bu kitap Türkiye'de yayınlanan bu alandaki ilk telif eser oldu. Doktorumuzun asıl başarısı 1960 yılında gerçekleşti. Bu yıllarda ABD'de bir hastanede çalışan doktorumuza, çok sevdiği bir hocası tarafından şeffaf beyin modeli yapması söylenir. Bir sene bunun üzerinde çalışan doktorumuzun yaptığı 'Şeffaf Beyin Modeli', 1960 senesinde ABD Tabipler Birliği'nin Miami şehrinde düzenlediği Bilimsel Araştırma Toplantısı'nda bin 800 eser arasından birinci seçilir ve Billing Altın Madalyasını kazanır.

Bu tarihten itibaren Türkiye'ye geri dönen doktorumuz kendisini İzmir'in Ödemiş ilçesinde insanların hayatlarını kurtarmaya adar. Birçok meslektaşının aksine büyük şehirlerde ve hastanelerde çalışmak yerine Anadolu'nun küçük bir kazasında çalışmayı tercih eder. Yıllar birbirini kovalar ve takvimler 1993'ü gösterdiğinde doktorumuzun hayatında çok önemli bir olay gerçekleşir. Zira kendisine kanser olduğu söylenir meslektaşları tarafından. Birden hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Ne de olsa bu hastalıktan kurtuluşun olmadığını iyi bilmektedir. Neyse ki kendisini çabuk toparlar ve teşhis konduğu gece aklına yıllar önce yabancı bir dergide okuduğu bir makale gelir. Meslektaşlarının ısrarına ve ricalarına karşı gelerek klasik kanser tedavisinin uygulanmasını reddeder. Okuduğu makale onun ABD'ye gitmesine neden olur. Çünkü bu makaledeki tedavi yalnızca bu ülkenin San Diago şehrinde bir klinikte uygulanmaktadır. Doktorumuz da burada iki hafta tedavi gördükten sonra tekrar Türkiye'ye döner. Girdiği checkup'lar sonunda artık vücudunda kanserli hücre kalmadığını görecektir doktorumuz.

Yukarıda kısa bir özgeçmişini verdiğimiz kişi Op. Dr. İlhami Güneral'dir. İzmir'in Ödemiş ilçesinde doktorluk mesleğine devam eden Güneral, kendisini adeta kanserli hastaların iyileşmesine vakfetmiş durumda. Peki neden kanser teşhisi konduğunda klasik kanser tedavisine 'hayır' dedi İlhami Güneral? Bunu kendisi şöyle açıklıyor; "Klasik kanser tedavi yönteminin hasta üzerinde ne sonuç verdiğini mesleğim gereği çok iyi biliyordum. Ben prostat kanseri olmuştum. Bu kanseri kimileri küçümser ama unutulmamalı ki iki Fransız Cumhurbaşkanı bu kanserden hayatlarını kaybetmiştir. Yani sizin anlayacağınız klasik tedavi yöntemi ile bu hastalıktan kurtuluş şansım yoktu."

Evet hemen hergün gazete sayfalarında kanserle savaşta yeni bir yöntemden ya da ilaçtan bahsediliyor ve yakında kanserin korkulu rüyamız olmaktan çıkacağını yazıyorlar. Fakat çevremizde ve dünyada insanlar bu hastalıktan ölmeye devam ediyor. Resmi kanser tedavisinin bu başarısızlığı ister istemez insanların farklı alternatiflere yönelmesine ve derdine deva aramasına neden oluyor. Kimileri dualarla, kimileri yatır ziyaretleri ile, kimileri otlarla, kimileri de yiyeceklerle bu amansız derde derman arıyor. 'Denize düşen yılana sarılır' atasözünü haklı çıkaran kanserli hastalar yaşamlarını sürdürebilmek için her yolu deniyorlar. Lakin sonuç genelde hep aynı ve hasta...

Klasik kanser tedavi yöntemi nedir?

Dr. İlhami Güneral'in 'klasik kanser tedavisi yöntemleri' ifadesiyle kastettiği, hemen hepimizin bildiği kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaledir. Cerrahi, radyoterapi (ışın tedavisi) ve kemoterapi (ilaç tedavisi) tedavi yöntemlerinde (bunlar onaylanmış üç kanser tedavi yöntemidir) kaydedilen tüm teknolojik ilerlemelere rağmen, kanserden dolayı ölüm oranlarında hiçbir azalma olmamıştır. Cerrahi müdahalenin bazı durumlarda faydalı olduğunu ve diğer iki yöntemin yararlı olması bir tarafa birçok kanser türünde insan hayatını kısalttığını söylüyor Güneral. Kemoterapinin ve radyoterapinin yüzde itibariyle çok düşük kimi kanser türü dışında kanserli hastalara hiçbir yarar sağlamadığı gibi çoğu kez hastanın ömrünü önemli ölçüde kısalttığını iddia ediyor. Bu iddiasını da şöyle açıklıyor; "Bizde hâlâ kullanılan kemoterapetik ilaçlar artık tıp camiasında alay konusu olmaya başladı. Örneğin 5FU Amerikalı doktorlar tarafından harfler kelimeye dönüştürülerek 'Five Feet Under' yani 'bir buçuk metre aşağıya' diye okunmaktadır. Anlamı da mezara girmektir. Diğer bir ilaç ise, BCNU, 'Be seeing you' yani 'görürsün gününü' diye okunmaktadır. Ayrıca Methotrexte ilaç kutularında Amerika'da şöyle bir uyarı vardır; 'Bu ilaç anti—metabolik kemoterapi uzmanları tarafından uygulanabilir. Toksit ve hatta ölümle sonuçlanabilecek etkisi doktor tarafından hastaya önceden bildirilmeli ve hasta sürekli olarak doktorun kontrolü altında tutulmalıdır.' Gelin görün ki aynı ilacın bizdeki kutularında böyle bir ikaza rastlayamazsınız. Tıp camiası için herhangi bir hastalığı iyileştirmenin yanında, aynı derecede önem arzeden diğer bir konu da bu hastalığa sebebiyet veren etkenleri minimuma indirmek hatta mümkünse yok etmektir. Ancak klasik kanser tedavisinde bu hep gözardı edilmiştir."

Klasik kanser tedavisine kimler ne diyor

Yıllardır kanserli hastalara tek kurtuluş reçetesi olarak sunulan kemoterapi ve radyoterapi hakkında Nobel Ödülü almış doktorlar da veryansın ediyor. İki kez Nobel Bilim Ödülü kazanan Dr. Linus Pauling, "Herkes şunu bilmelidir ki, konvansiyonel kanserle savaş büyük bir sahtekârlıktır" diyor. Milli Kanser İstişare Komisyonu'nda uzun süre çalışan ve de DNA'nın çift heliks (sarmal) yapısını keşfeden yine Nobel Ödüllü Dr. James Watson daha da sert konuşuyor, "Bu kanser savaşı hikayesi bir öbek dışkıdan başka birşey değildir" diyor. Ve nihayet büyük araştırmacı Dr. Robert Atkins ise; "Hiçbir işe yaramadığını bile bile hastasına kemoterapi uygulayan bir doktor hoşgörülü tabirle bir budala ve gerçek anlamda ise bir canidir" diyor. California Tıp Okulu Üniversitesi'nden Dr. Alan Lerine, "Bu ülkede kanserlilerin çoğu kemoterapi yüzünden ölüyor. 10 seneye yakın bir süreden beri istatistiklerin kanıtladığına göre göğüs, kolon (bağırsak) ve akciğer kanserlerinde kemoterapi tamamen etkisizdir. Ve de yan etkisi yani bağışıklık sistemine verdiği zarar yüzünden ölümü çabuklaştırmaktadır."

Kişisel çıkışlarla kalmıyor klasik kanser tedavisine eleştiriler. Amerika başta olmak üzere birçok ülkede bazı kuruluşlar ve toplantıların sonuç bildirilerinde bu yönteme veryansın ediliyor. ABD Senatosuna bağlı Office of Technology Assessment yani Teknoloji Değerlendirme İdaresi'nin raporu şöyle; 'Yapılan incelemelerle görülmüştür ki, konvansiyonel tedavi kanser vakalarının sadece yüzde 10—20'sinde etkilidir. Yine de kanser potansiyeli mevcut kaldığı sürece bu etki kısa sürelidir.' ABD gibi teknolojik olarak önde olan bir ülkede klasik kanser tedavisi ile ilgili çarpıcı bir örnek de şöyle; '1970'lerin başında ABD Başkanı Nixon, 'Kanserle Savaş' diye isimlendirdiği bir hareket başlatmıştı. Milyarlarca dolar harcanarak sürdürülen bu savaş büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Çünkü aynı süre içinde kanserden ölüm oranı yüzde 5 artış göstermişti.'

American Cancer Society (ABD Kanser Cemiyeti) raporu oldukça uyarıcıdır; '1900'de her 100 ölümden 4'ü kansere bağlı iken, 1988'de bu rakam yüzde 20'ler dolayında gerçekleşmiştir.' Ayrıca Medi Trend mecmuasının 1991—1992 sayısında ABD Hastaneler Birliği'nin şöyle bir raporu yayımlandı; '1990'larda ülkemizdeki kanserli adedi iki misline çıkacak ve 21. yüzyılda kanser kalp hastalıklarından daha fazla can alacak.'

Klasik kanser tedavisi ilaç

firmalarının işine mi yarıyor?

Klasik kanser tedavisine yönelik bunca sert eleştirilere rağmen, bu yöntemler hâlâ insanlar üzerinde uygulanıyor ve tıp camiası alternatif yöntemleri zikredenleri bile aforoz ediyor. Klasik kanser tedavisinin, ilaç firmalarına ve onların taşeronu olan bir kısım doktorlara sağladığı yararlardan başka, kimseye bir fayda getirmediğini söylüyor Dr. İlhami Güneral ve ekliyor, "Görülüyor ki, bugün ülkemizde dostlar alış—verişte görsün diye rastgele kullanılan kemoterapi ilaçları sadece ilaç firmalarına yarar sağlamaktadır. Bunun daha iyi anlaşılması için insanların geçmişe şöyle bir bakması daha sağlıklı olur. Örneğin, 1928 yılında Fleming, Penisilini keşfetti. Ancak o zamanlarda 'sulfamit grubu' vardı. Buna muazzam paralar yatırılmıştı. İlaç firmaları bu yatırımı kurtarmak için türlü baskılara başvurmuş ve tam 12 yıl, penisilin üretimini sabote etmişti. Ancak II. Dünya Savaşı'nda binlerce asker ve sivil enfeksiyondan ölünce akılları başlarına geldi ve üçbuçuk ay gibi kısa bir sürede hastalar tedavi edildi penisilinle." Dr. Güneral'in ortaya atmış olduğu iddia pek yabana atılır türden değil. Çünkü ABD başta olmak üzere gelişmiş Batı ülkelerinde ilaç sektörü öylesine güçlenmiş durumda ki, onların yıllık ciroları Türkiye'nin bütçesine tekabül etmekte.

Tıp camiasına yenilikleri kabul ettirmek hiç de kolay değil. Paracelsus'dan, Pasteur'e kadar tam 400 yıl boyunca cerrahlar ameliyattan önce ellerini yıkamamakta direnerek yüzbinlerce hastanın ölümüne neden oldular. Mikroptan söz eden Pasteur, yaşamının büyük bölümünde meslektaşları tarafından alay konusu edildi. Ve nihayet Dr. Jenner, milyonlarca hayat kurtaran çiçek aşısının nasıl etki gösterdiğini açıklayamadığı için tıp dünyasının hücum ve baskılarıyla karşılaşmıştı. Oysa ilim deneylerle tesbit edilmişse artık bilimdir.

Dr. İlhami Güneral'e klasik kanser tedavisinin neden hâlâ uygulanmakta olduğunu sorduğumuzda ise ilginç bir açıklama yapıyor; "İşadamları arasında şöyle bir söz vardır; 'yeni keşfe para yatıracak servet sahibi, eski yatırımının yok olacağından habersiz budaladır' diye. Ayrıca bugün ABD'de bütün hastaneler ilaç sanayiinin emri altındadır. Bu durumdaki hastanelerin ilaç firmalarını karşılarına alarak alternatif tedavi yöntemlerine yönelmeleri çok zor hatta imkansızdır."

Klasik kanser tedavisi

ömrü azaltıyor mu?

Klasik kanser tedavisi yöntemlerinden olan kemoterapi ve radyoterapinin hasta üzerinde uygulanırken hem tümörlü hücreleri hem de sağlıklı dokuları yok ettiğini ve bu uygulamanın yarardan çok zarar verdiğini iddia ediyor Dr. Güneral. Kemoterapi ve radyoterapi, kanserli hastaların yemek yiyebilme kabiliyetini ve iştahını azaltmakta. Bunun neticesinde vücudun gereksinim duyacağı besin maddelerinin alınmasını engellediğinden, kemoterapi ve radyoterapi, yarar yerine hastalara zarar vermekte. Klasik kanser tedavisinde, kısmi olmak şartı ile, başarı oranı ancak yüzde 10—20 arasında.

Ancak Dr. Viriginia Livingston'ın keşfettiği ve bugün ABD'de hâlâ kendi kurmuş olduğu klinikte uygulanan yeni tedavi yöntemi ile kanser tedavisinde yüzde 90'lar seviyesinde bir başarı elde ediliyor. Kanserin sebebi, belli çevrelerde hâlâ ciddi bir tartışma konusudur. Bazı viroloji (virüslerle ilgilenen tıp dalı) uzmanları kanserin virüs enfeksiyonu sonucunda ortaya çıktığını öne sürmekte. Onkologlar ise, çoğu kanser türünün kimyasal maddeler veya radyasyon etkisiyle mutasyona uğramış hücrelerin kontrölsüz çoğalmalarının sonucunda ortaya çıkan yumrulardan ibaret olduğunu savunuyorlar. Dr. Viriginia Livingston—Wheeler ve çalışma arkadaşları, 40 yıl boyunca sürdürdükleri deneyler sonunda kanserin, tüm canlılarda, doğumdan ölüme dek var olan bir mikrop yüzünden oluştuğunu kanıtladılar. Ayrıca, pleomorfik karakterde olan bu mikrop filtreden geçebilecek kadar küçülebildiğinden 1910'da Dr. Peyton Rous'yu yanıltmış ve virüs olarak yorumlamıştı. Bu organizma aynı zamanda konak hücreleri melezleştirebilecek ve bu yolla onlara istila edici ve toksik özellikler kazandırabilecek bir genetik mühendislik becerisi ortaya koyabilecek güce de sahiptir.

Kanser tedavisi devrimi gerçekleşiyor

Dr. Virginia Livingston 1947'de bir mektebin doktorluğunu yaparken kendisine müracaat eden hemşirenin parmak uçlarında ve burun bölmesinde yaralar görüyor ve Scleroderma ile birlikte seyreden bir Reynaud hastalığı ile karşılaşıyor. Merakla her iki yaradan aldığı parçaların mikroskobik tetkikinde o zamana kadar rastlamadığı verem basiline benzer bir mikrop görüyor. Mikrobun Scleroderma ile bir ilgisinin olup olmadığını anlamak için kobaylar üzerinde deneyler yapıyor, hayvanların hepsinde Sclerodermayı andıran değişikliklerin yanı sıra beklemediği bir başka oluşum görüyor. Kanser olasılığı 500 binde bir olan kobayların yüzde 25'inde kanser teşekkül ediyor. Bu deneyler sonucunda kanserin mikrobik bir hastalık olduğunu keşfediyor Dr. Viriginia Livingston. Dr. Virginia bu mikroba Progenitor Cryptocides (P.C.) adını verdi ve elde ettiği sonuç büyük bir keşif kapısını araladı.

Dr. Viriginia deneylerini genişleterek ameliyathanelerde taze ve steril kanser dokularını alarak inceledi ve hangi kanser türü olursa olsun hep aynı mikroba rastladı. Bu sıralarda tavuk çiftliklerini kasıp kavuran bir lökosis (bir kanser türü) salgını hüküm sürüyordu. Dr. Viriginia bu çiftliklerden topladığı hasta tavukların kanından elde ettiği mikroplarla bir aşı yaptı. Aşıyı hasta tavuklar üzerinde denedi. Ölmek üzere olan tüm hayvanlar birkaç saat içinde ayağa kalktılar. Buradan şu sonuca vardı Dr. Viriginia ve çalışma arkadaşları, 'kanser mikrobundan elde edilen aşı, kanseri tedavi ediyordu.' Dr. Viriginia son olarak bunu Koch kanunu ile denedi. Bu kanun dört koşulu içeriyordu;

1. Sebep olarak ileri sürülen mikrop, o hastalığın her vakasında görülmeli.

2. Bu mikrop hasta canlıdan alınıp yapay bir ortamda üretilebilmeli.

3. Üretilen bu mikrop, o hastalığa yakalanabilen bir hayvana aşılandığında aynı hastalığı oluşturmalı.

4. Bu son hastadan alınan mikrop bir kültür ortamında yeniden üretilebilmeli.

Dr. Viriginia'nın bu uygulaması başarı ile sonuçlandı. Dr. Livingston'un kanser tedavisinde önemli buluşlarından biri de, mikrobun memelilerin üremesinde olmazsa olmaz nitelikte bir hormon olan Coriogonadotropin salgıladığını keşfetmesidir. Bu hormon, aşılanmış yumurtayı kamufle ederek, gelişmekte olan fetüsü bağışıklık sisteminin hışmından koruyordu. Fakat kanser oluşumuna neden olan bu mikrop aynı hormonla kanseri de kamufle ederek bağışıklık sistemi tarafından deşifre edilmesini önlüyordu.

Dr. Viriginia yazdığı kitabında yeni tedavi yöntemini şöyle anlatıyor; "Aside dirençli olduğunu keşfettiğim ve Progenitor Cryptocides olarak adlandırdığım organizma, tüberküloz ve cüzzama neden olan basillerin birinci dereceden akrabası olan bir basildir. P.C. mikrobu hem 'iyi adam', hem de 'kötü adam'dır ve bu nedenle Zorunlu Simbiyont (ortak yaşam süren canlı) olarak adlandırılır. Progenitor Cryptocides tüm kanserlerin etken unsurudur. Bu mikrop bütün hücrelerimizde bulunmakta ve onu kontrol altında tutabilecek olan da yalnızca bağışıklık sistemimizdir" diyor.

Yani kötü beslenme, enfekte olmuş besinler veya yaşlılık nedeniyle bağışıklık sistemimiz zayıfladığında, bu mikrop tutunacağı bir nokta bularak kanserleşen hücreleri tümörlere dönüştürüyor. Daha anlaşılır bir ifade ile, bu mikroplar zorunlu bir ortak yaşam (sembiyoz) sürdürmekte, yani normal hücrelerde sembiyot (ortak yaşam sürdüren organizma) olarak bulunmakta, yalnızca yaraların iyileşmesi sürecinde ortaya çıkmakta. Fakat bağışıklık sistemi ve beslenme ile kontrol altında tutulmadığında, hücre DNA'sına müdahale ederek tümör hücreleri oluşturmakta. Bu normal bir hücre fonksiyonu olmakla birlikte kontrolden çıktığında patojenik bir duruma dönüşmekte.

Bir bakterinin, bakteriye hiç benzemeyen biçimlere bürünecek kadar çok biçimli (pleomorfik) olabilmesinin kendisini çok etkilendiğini söyleyen Dr. Viriginia, "O yıllarda, bir organizmanın virüs mü yoksa bakteri mi olduğuna, özel bir filtreden geçip geçmediğine bakılarak karar veriliyordu. Çok küçük boyutlarda olan virüsler bu filtreden geçiyor, daha büyük olan basiller ise geçemiyordu" diye yazıyor kitabında.

Yine Dr. Viriginia kitabında kanser tedavisinde uyguladıkları yöntemin artık yavaş yavaş kabul gördüğünü şöyle anlatıyor: "Laboratuarımızdaki deneyler ve defalarca elde ettiğimiz klinik başarılarla, kanserin immünoterapiyle önlenmesinin mümkün ve tedavisinde iyi beslenmenin ne kadar önemli olduğunu defalarca kanıtlamış olmamıza rağmen, bu kavram tıp dünyasında yeni yeni kabul edilmektedir."

Alternatif yöntemle nasıl tedavi ediliyor?

Bağışıklık sistemimiz sayısız hastalığa karşı vücudumuzun tek koruması. Hastalığa yol açtığını bildiğimiz maddelerin yanısıra, vücudumuzda potansiyel olarak hastalık oluşturabilecek binlerce madde de bu sistem tarafından yok ediliyor. Yine hastalığın yok edilmesini takip eden onarım ve iyileşme sürecine de bu sistem katkıda bulunuyor. Bağışıklık sistemi, vücudumuzu hem içeriden (kendi biyokimyasal reaksiyonlarımızın yan ürünleri) hem de dışarıdan gelen saldırılara (bakteriler, virüsler, zehirler v.b) karşı korur. Bu sistem neyin vücudumuzun parçası olduğunu, neyin olmadığını bilir. Eğer böyle bir sistem olmasa insan ömrü haftalarla ifade edilebilecek kadar kısa olurdu ya da bütün hayatımızı yalıtılmış bir oksijen çadırında geçirmek zorunda kalırdık.

Hepimizin vücudunda kansere yol açan mikroorganizma bulunur. Vücudumuzda kanser gelişmesini önleyen bağışıklık sistemimizdir ve yine kansere gelişme imkanı sağlayan da bağışıklık sistemimizin çöküşüdür. Bağışıklık sisteminin çöküşünü sağlayan nedenler ise, trans mineral diye bildiğimiz eser minarellerdir. Bu minarelleri sebzelerden, meyvelerden yani doğal ortamda yetişen bitkilerden alabiliyoruz. Bütün hastalıklara karşı savaş veren ve bizi hayatta tutan bağışıklık sisteminin her zaman güçlü olması gerekiyor. Dr. Viriginia'nın kanser tedavisinde uyguladığı yöntemin temelini de bu oluşturuyor. Dr. Viriginia'nın kliniğinde kanser tedavisi kısaca şöyle uygulanıyor:

* Hasta kliniğe geldiğinde idrar örneği alınıyor. Bu idrarın kültürü yapılıyor ve P. Cryptocides (P.C.) organizmaları ayrıştırılarak otojen aşı hazırlanmasında kullanılıyor. Bu işlemler yaklaşık üç hafta sürüyor.

* İzole edilmiş P. Cryptocides'ler kullanılarak, hangi antibiyotiklerin hastaya yardımcı olabileceğini saptamaya yönelik antibiyotik duyarlılık testleri gerçekleştiriliyor.

* Tübönnikrosis faktör denilen TDNF sağlıklı hasta yakınından alınarak, hasta olan kimseye enjekte edilir.

* Haftada iki defa idrar kültürü yapılıyor.

* Hasta her muayeneye geldiğinde, canlı—boyanmış taze kan damlaları üzerinde karanlık—alan ve aydınlık—alan mikroskop incelemeleri yapılıyor. Bu, hastalığın ilerleyişinin gözlenmesi için yapılan rutin bir testtir.

Bunların dışında hastalara diyet programı uygulanır. Bu diyet, tedavinin temel taşlarından biridir.

Diyet neleri kapsıyor?

Unlu mamüllerde kullanılan yumurtalar da dahil olmak üzere tüm kümes hayvanı ürünleri diyetten çıkarılıyor. Bununla birlikte her tür şeker de yine diyet dışında tutuluyor. Çünkü mikroplar şekeri, demiri ve bakırı çok sever diyor Dr. Viriginia kitabında.

Konuyla ilgili olarak daha fazla bilgi edinmek isteyenler Dr. Viriginia Livingston'un yakında yayınlanacak olan 'The Conquest of Cancer' yani 'Kanserin fethi' adlı kitaptan temin edebilirler.

Güneral; "Doğal beslenme

kanserin düşmanı"

Anadolu'nun bir köşesinde 86 yaşındaki ihtiyar bir doktor, İlhami Güneral, kendisini kanser tedavisine vakfetmiş bir insan. Ancak onca kanser tedavisinin varlığının kamuoyuna açıklanmamasını da içine sindiremiyor ve "Onkologlarımızın, akademisyenlerimizin özellikle sağlık bakanlığımızın kanserle ilgili o kadar tedavi yönteminden haberleri yok mu? Kanserle ilgili gerçekleri Sağlık Bakanlığı bilmiyorsa gerçekten utanç verici, yok eğer biliyor da susuyor ve gereken tedbirleri almıyorlarsa bu bir günah ve mesleğe ihanettir" diyor.

Tıp mensubu için önlemin tedaviden de daha önemli olduğunu belirten Güneral, "Bazı okurlarınız besin maddelerinin kansere yol açtığı konusunu abartığımı düşünebilirler, bu nedenle global diyeceğim iki olaydan bahsedeceğim. 1940'ta Naziler, Polanya'yı işgal ettiklerinde ülkedeki istatistikçiler yıllık kanser ensidantını 180 bin olarak gösteriyorlardı. Dört yıl süren işgal sonunda rakam 120 bine inmişti. Çünkü işgal esnasında kanserojen nitelikte ne varsa sosis, salam, rafine un, sigara, alkollü ve alkolsüz içkiler, konserveler piyasadan kalkmıştı. Halk, bahçesinde yetiştirdiği ya da denizden elde ettiği ürünlerle yetinmişti" diyor.

Pasifik'te Torres takım adalarında görevli Dr. Nimmo'nun hatıralarında şöyle yazdığını dile getiriyor İlhami Güneral, "13 yıl süren ada hayatımda 4 bin yerli arasında tek bir kanser olayına rastlamadım. Fakat adaya gönderilen 300 dolayındaki memurdan 33'ünde kanser gördüm. Yerliler tamamen doğal yollarla elde ettikleri sebze, meyve ve balıklarla beslenirken, beyazlar sözüm ona medeniyetin ürünü olan konserveler, şekerli gıdalar ve et mamülleri ile besleniyorlardı."

Son olarak Op. Dr. İlhami Güneral, bir insan üzerinde gerekli etüdlerin tam olarak yapılması halinde kanser teşhisinin bir sene önceden konulabileceğini iddia ediyor.

Tüm bunlar sizce de çok iddialı teşhis ve tesbitler mi?

E mail: kalayci@mail.zaman.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder